Sinan Ateş iddianamesi, Kobani kararı, 28 Şubat hükümlülerine ilişkin kararlar, Bora Kaplan davası, Osman Kavala ve Gezi davasında yeniden yargılamasına gerek olmadığı kararı sürece damgasını vurdu. Bir şekilde normalleşme ve yumuşama dönemi adı verilen bu dönemin nereye doğru yumuşayacağı, kimin yumuşatacağı, kimin yumuşatılacağı konularının bir göstergesi olarak sembol davalar oldu muhalefet kanadının dikkatle izlediği. Temel göstergeler sabit kalacak şekilde 28 Şubat hükümlülerinin tahliyeleri kısmı dışında, şimdilik bir yanıt bulmadı muhalefet kanadının talepleri.
Tüm olan bitene bir bütün olarak bakıldığında, her biri İktidarın yönetme yöntemleri, bir kurgunun yargı eliyle oturtulan düzeneğinin parçaları ve hangi kurumun hangi amaçla kullanıldığını göstermesi açısından da sağlam bir listeye dönüştü bu konular. Elbette içine girince kendimizi kaybedeceğimiz ve çoğu yerde, o şişik ayrıntı kalemlerinde kaybolurken bazen bir yana bazen diğer yana düşürme olasılığının çokluğu, zaten burdaki temel avantaj olarak görüldü iktidar kanadınca. Ancak altalta yazıldığında ya da iki adım öteden bakıldığında ne işe yaradıkları sinir olduğumuz bir kişinin suratındaki sırıtgan hali gibi bir miktar daha rahatsız etti.
Ve İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve yanındaki heyet bir helikopter kazası neticesi hayatını kaybetti.
1988 yılında binlerce mahkumun idam edilmesi dönemindeki rolü dışında, 2022 yılında, başörtüsü kurallarına “tam” riayet etmediği gerekçesiyle gözaltına alınan ve 3 gün boyunca gördüğü işkence neticesi öldürülen Mahsa Amini’nin protestoları neticesi BM kaynaklarına göre 551 protestocunun öldürülmesi ve ardından gelen idam kararlarının da bizatihi başında bulundu Reisi.
Sonra İran Halkı bunca bedele rağmen yenildi. İçine çekildi, evlerine döndü. Tüm kaynaklarını halka rağmen ( son seçimlerde %60 oranında seçime katılım olmadı) ‘rejimi’ korumaya adamış İran iktidarı sokağa çıkar çıkmaz öldürdüğü ya da astığı halkına kendi özel hayatlarında kendi küçük soluk alanları açarak ve karanlık, yas devleti aklına hapsederek soluk boruları açmak dışında seçenek bırakmadı.
Her iki ülke gündemindeki temel aygıt Reisi’nin de bir hukukçu olduğu unutulmadan, ulü’l emre itaat mi bir anarşi fesat çıkarmak mı arasında sıkıştırılan halkların ister daha demokratik görünümlü ister daha baskıcı yöntemlerin kullanıldığı bir ‘siyasetsizliğe’ ittirilmesi ve çaresiz bırakılması olarak karşımıza çıkıyor. Elbette Türkiye Cumhuriyeti temel yasaları, seçim sistemleri ve halkın mitos katmanları bu bağdaştırmada bambaşka yerlerde duruyor. Ancak bu bambaşka yerlerde duruşun da bambaşka manuplasyonları yaratma yeteneğini muktedirden almıyor.
Ve elbette, halkların da mücadelesi bu ters köşeler neticesi farklı katmanlarda ve farklı örüntülerde hayat buluyor.