’AKP’nin elinde Cemaat’i bitirebilecek bir arsiv var’
AKP-Cemaat kavgasina dair bir kitap hazirlayan Ahmet Sik, dershaneler üzerinden yürüyen AKP-Cemaat kavgasinin arka planini BirGün’e anlatti.
Cemaat, AKP için bir milli güvenlik meselesi haline geldi. Yani konu üç bes dershane meselesi degil yüzeydeki ve derindeki devlet aygitina kimin sahip olacagi meselesi
Cemaat’in hedefi olmus bir gazeteci Ahmet Sik. Polis teskilati içerisindeki cemaatçi örgütlenmeye dair yazdigi kitap yüzünden aylarca hapis yatti. Simdi de AKP-Cemaat kavgasina dair bir kitap hazirliyor. Ahmet Sik, dershaneler üzerinden yürüyen AKP-Cemaat kavgasinin arka planini BirGün’e anlatti.
Dershanelerle birlikte AKP cemaat gerilimi artti. Bir rant kavgasi varmis gibi gözükmekle beraber daha derinlerde ne var?
Dershanelerin kapatilmasi üzerinden bugün yeniden kamusal alanda görünür olan AKP-Cemaat savasini finansal bir rant kavgasi olarak görmek dogru degil. Elbette içinde finansal rantin da oldugu ancak son kertede tamamiyla siyasi bir kavga bu. Adini dogru koymak gerekirse, bu yasananlar devlete kimin sahip olacagi savasi. Devletin sadece görünen kismina degil derinde yer alan yapisina yani kontrgerillaya da kimin sahip olacagi kavgasi. Ancak AKP-Cemaat savasini sadece bugüne bakarak yorumlamak da yanlis olur. Baslangici 1970’lerin sonuna dek uzaniyor. Ama Milli Görüs ile Gülen Cemaati arasindaki en büyük ilk kirilma bunlardan bagimsiz olarak, bugünlerde de tartisma konusu olan 28 Subat darbesinde yasandi.
Peki nasil bir araya geldiler?
Günümüzün en önemli siyasal ve toplumsal iki güç odaginin, 28 Subat darbesi travmasindan sonraki ilk yakinlasmasi da AKP’yi iktidara tasiyan 2002 seçimleri öncesinde yasandi. Içinden çiktigi Milli Görüs Hareketi’nin siyasal anlayisindan kopmus görüntüsü vermekle birlikte AKP aslinda ayni siyasi gelenegin devami olan ancak küresellesme politikalari ekseninde neo-liberalizme uyum saglayarak ehlilestirilen, bu sayede geleneksel sag seçmeni de taraftari haline getiren bir siyasal Islam modeliydi. Mesruiyetini saglayacagi seçimlerde her bir oya ihtiyaci olan AKP ve siyaseti okuma becerisi ile iktidar koltuguna oturacak her güç odagiyla kim olursa olsun yakin iliski kurma “becerisine” sahip Gülen’in çikarlarinin kesismesi dolayisiyla ikili sorunlu geçmislerine “sünger” çekti. Bir cemaatler ve tarikatlar “konsorsiyumu” olarak iktidar olan AKP’nin ilk iktidar döneminde devlet rantinin bölüsümünden Gülenciler de, tipki digerleri gibi seçimlerde verdigi destek kadar faydalandi. Ancak bu hakkini, bürokrasideki örgütlenmede, özellikle stratejik önemi birkaç yil içinde kendini gösterecek olan güvenlik ve yargi alaninda kullandi. Cemaatin bu stratejik örgütlenmesi AKP’nin ikinci iktidar dönemi olan 2007 seçimlerinden sonra baslatilan ve Ergenekon süreci diye adlandirilan kimi siyasal davalarin en önemli gücü oldu. Ayni sosyal ve siyasal tabandan beslenen AKP ve Gülen Cemaati, sorunlu geçmislerinin üzerine kalin bir çizgi çekip Türkiye’nin yeniden biçimlendirildigi bu sorusturma ve davalar sürecinde güçlü bir ittifak kurdular. Ittifaki saglayansa, geçmiste bu iki yapiyi karsi karsiya getirmeyi de basarmis olan ordunun kendisiydi. 27 Nisan muhtirasindan sonra AKP-Cemaat ortakligi hayata geçti.
Düsmanligin da ortakligin da nedeni ordu yani?
Aynen öyle. Aslinda AKP iktidarini 3 döneme ayirmak gerekiyor. Ilk dönem 2002 Kasim seçimlerinden 2007’ye kadar olan süreç. Özden Örnek günlüklerine baktiginizda, bu ilk döneminde askerin iktidarin ortagi oldugunu kabul etmis bir Erdogan portresi ile karsi karsiyayiz. Askerin siyasetteki agir gölgesinin bilincinde ve bu nedenle gücünü paylasmaktan rahatsiz olmayan bir Basbakan oldugunu Örnek anlatiyor zaten. Ancak 27 Nisan muhtirasiyla isin rengi degisiyor. Hakkini teslim etmek gerek ki o muhtiraya karsi olmasi gerekeni yaparak dik bir durus sergiledi hükümet. Ancak iktidari paylasiyor olmasina ragmen ordunun hedefinde olmaktan kurtulamayan ve darbe planlariyla alasagi edilme tehlikesini gören Erdogan, yapitaslari daha önceden Ergenekon sürecinin hayata geçmesi için de, bu sürecin en önemli aktörü olan Cemaati iktidar ortagi yapmayi tercih etti. Zaten kendisine sunulan belge ve bilgilerle bu konunun yargi yoluyla ve büyük oranda denetim altina alinan medyanin susturulmasiyla çözülecegine ikna olmustu Erdogan.
Cemaat o dönemde polis ve yargidaki gücünü göstererek Erdogan’a “ben bu isi çözerim” dedi ve ittifak basladi diyorsun…
Öyle görünüyor. Geçmiste de hedefinde oldugu ordunun geriletilmesi Erdogan’in önceligi oldu dogal olarak. Zaten bu kadar sorunlu, kuskulu ve haksizliklarla dolu olan bu sürecin en tek kazanimi, ordunun olmasi gereken sinirin içine çekilmesi oldu. Ama ne aci ki bu, demokratik ve hukuki yöntemlerle degil bizzat ordunun yaptigi gibi kontrgerilla yöntemleri kullanilarak yapildi. Nedeni de bugün Türkiye’nin otoriter, baskici, antidemokratik, diktatörlük gibi sifatlarla aniliyor olmasiyla ortaya çikti. Buradan yola çikarak 2007 ile 12 Eylül 2010 arasina kadar geçen süreci de AKP ya da Erdogan’in ikinci iktidar dönemi olarak adlandiriyorum. Erdogan’in gücüne ortak istemedigi, her seye tek basina karar verip mutlak güç olmak istedigi üçüncü iktidar dönemi de 2010 referandumu sonrasinda basladi ve günümüze kadar geldi. Resmi olarak 2007 yilindan baslayarak hayata geçirilen Ergenekon sürecinde kontrgerilla olma islevini de Cemaat üstlendi. Daha dogrusu polis ve yargida örgütlü gücüyle kontrgerilla yöntemlerini uygulayan Cemaatti. Bunu da sadece ben degil MIT krizi sonrasinda “Devlet içinde devlet olmuslar” diyerek Basbakan Erdogan’in kendisi de söyledi. Ancak bunun siyasal onay makaminin da AKP iktidari, dolayisiyla Basbakan Recep Tayyip Erdogan oldugunu göz önünde tutmakta fayda var. Mutabakatin siyasal gücü AKP, sahadaki tetikçi gücü de polis ve yargi teskilatinda örgütlenmis cemaatin çete kanadi. Ve birinin suçu digerinden daha az degil. Ikisi de suç ortagi.
Bugünkü savasin baslangici MIT krizi mi?
Aslinda öncesinde nüveleri zaman zaman ortaya çikan bir savas olmakla beraber MIT krizi meseleyi kamusal alana tasidi. Öncesinde de dis politika anlayisindaki farklilik nedeniyle öne çikan Mavi Marmara katliami ile ilgili Gülen’in Israil’in cinayetlerini arkaya alan tutumu vardi. Ancak 7 Subat 2012’de ve sonrasinda yasananlarin ardinda Cemaat’in oldugu, Basbakan Erdogan ve Besir Atalay’in öncelikli hedef oldugu bir sivil darbe girisimiydi. Görünen hedefi MIT yöneticileri olmakla birlikte nihai hedef Erdogan’di. O MIT’çiler ifadeye gitse kesinlikle tutuklanacaklardi. Ardindan da bu dokunulmazlik zirhinin kapsaminda olmayan bu “suçun” azmettiricileri olan Basbakan ve müzakere sürecinin koordinatörü sifatiyla Besir Atalay da tutuklanacakti. Hükümet bu tehlikeyi görüp tartismali birtakim yasal degisikliklerle, polis teskilati ve yargi basta olmak üzere devlet bürokrasisi içindeki kritik noktalarda görevli Cemaatçi personel temizligiyle bu saldiriyi savusturdu. Ama AKP ve Cemaat arasindaki iliskiyi bir daha tamir edilemeyecek derecede zedeledi bu girisim. Bugün dershaneler üzerinden tartisma konusu edilen savasin en önemli cephesi MIT’tir. Buradan yola çikilarak hem MIT’in hem de belirlenen isimlerin hedef alinmasi tesadüf degil.
Neden?
En basta yasananlarin devlete kimin sahip olacagi savasi oldugunu söylemistim. Bunun Cemaat açisindan en önemli ayaklarindan birisi MIT. Güvenlik bürokrasisini adeta örümcek agi gibi kusatmis bir Cemaat örgütlenmesi var. Basta Istihbarat Daire Baskanligi olmak üzere Emniyet’in en önemli birimleri bir çete gibi çalisan Cemaat’in elinde. Siyasal davalarin tek yürütücüsü olan polise göbeginden bagli olan yarginin vurucu gücü olan faaliyet gösteren Özel Yetkili Mahkemeler de öyle. Ergenekon süreci de kanitladi ki ordu içinde de ciddi örgütlenmesi olan bir Cemaat’le karsi karsiyayiz. Güvenlik bürokrasisinin son ayagi olan MIT üzerinden bu kadar kavga kopmasi ise kanimca Cemaat’in orada istedigi düzeyde örgütlenemediginin bir isareti. Eger o kale de düserse, bu alanlara egemen olan bir güç zaten Türkiye’nin mutlak iktidari olur. 7 Subat darbe girisimiyle bu da ortaya çikti zaten. MIT’in ve Hakan Fidan’in hedef olmasinin bir baska nedeninin daha oldugunu düsünüyorum.
Nedir o?
Aslinda daha önce de BirGün’de haberlestirmistik bunu. Taraflarindan da hiçbir yalanlama gelmedi ve hafiza tazelemek adina tekrar etmekte sakinca yok. Wikileaks belgelerinin içinde bir kripto var. Kriptoda, isimleri geçen bes kisinin Islami Cihad Birligi adli bir örgütün üyesi oldugu ve ABD Sivil Hava Sahasi için tehlike arz ettigi yaziyor. Isimlerin dördü El Kaide vb radikal dinci örgütlerle baglantili olarak isimleri medyaya yansimis zaten. Ama bizi ilgilendiren isim 5’inci. O isim, Hanefi Avci’nin asilsiz suçlamalarla tutuklanmasina neden olan kitabinda Cemaat’in Emniyet’ten sorumlu imami diye adi geçen kisi olan O.H.Ö. Kriptoda bu bilginin kaynagi olarak da “yillardir dogru bilgiler aldigimiz Emniyet’teki üst düzey bir bürokrat” diyor. Iddia edilen o ki Ö.H.O. Cemaat’in arsivlerini tasidigi ABD’de havalimaninda FBI tarafindan gözaltina aliniyor. Ele geçirilen arsivler de ilgili birimler üzerinden Basbakanliga ulastiriliyor. Erdogan’in talimatiyla Hakan Fidan da bu arsivlerden yola çikarak Cemaat’le ilgili bir rapor hazirliyor. Ardindan da devlet bürokrasisi içinde ciddi bir Cemaatçi kadro temizligi baslatiliyor. Fidan’in konusmalarinin bulundugu ses kayitlarinin sizdirilmasinin bu iddiayla ilgili oldugunu düsünüyorum. Bu iddialar dogruysa sanirim hükümetin elinde Türkiye tarihinin en büyük örgüt davasini açacak bir arsiv bulunuyor.
Yani Emniyet’te “eski imam yeni imam” kavgasi mi var?
Cemaat içinde de bir kavga var ama bence bu dedigin gibi degil. Cemaat’in içinde sivil ve militarist iki kanadin kavgasi var. Cemaat bir takim hukuksuzluklarin kaynagi olarak anildiginda ve kendini savunamaz noktaya geldiginde hep ayni yalana siginiyor. Böylesine büyük bir camianin içine kontrgerilla unsurlari ya da ajanlar sizmis olabilecegi savunmasini yapiyorlar. Ama bizler kontrgerilla derken, Ergenekon süreci denilen siyasal davalar zinciri içinde yer almis unsurlardan bahsediyoruz. Cemaat’in medya organlari da en bilinen kalemsorlari da hep bu kontrgerilla faaliyetlerini savunageldiler. Ardinda polisin ve yarginin oldugu her türlü adaletsizlik ve hukuksuzlukta her zaman polisin ve yarginin yaninda saf tutup infaz gerçeklestiren cellatlarin rolünü üstlendiler. Bu hukuksuzluklarin yaninda duruyorsaniz siz de kontrgerilla ya da ajansiniz o halde. Öte yandan artik cemaatin de yekpare bir yapi oldugunu düsünmüyorum. Su anda rekabet ettigi bir güç odagi olan AKP ile savastalar ve bir arada duruyor görünüyorlar o kadar. Ama özellikle, artik daha yasli ve giderek saglik sorunlari artan Fethullah Gülen sonrasinda Cemaatnin ne olacagi kavgasi olarak da okuyabiliriz yasananlari. Çünkü neo-liberalizmi tüm hücrelerine kadar özümsemis, parasal degerini kimsenin bilmedigi ama devasa diye anilan bir finansal güce sahip bir holding oldu Cemaat. Ve bu paraya kimin sahip olacagi da nasil bölüsülecegi de koca bir soru isareti.
Madem bu kadar büyük ve birçok cephesi olan bir savas var, Cemaat neden dershaneler üzerinden hükümetle çatismaya girdi?
Bu meselenin tartisiliyor olmasinin tek iyi yani ülkenin egitimdeki kalitesizliginin, rezilliginin, sistemin pespayeliginin ortaya çikmis olmasi. Dershaneler bir neden degil sonuç. Ve ögrenciler dolayisiyla aileler egitim sisteminin kanserli uru diyebilecegimiz dershanelere mahkûm. Cemaat de bunu bildigi için sinava bagimli bir egitim ögrenim sisteminin içinde dershaneler gibi herkesin hassasiyet gösterebilecegi bir konuda kendini kolaylikla mazlum gösterebilecegi alani tartismaya açti. Ancak konunun çatisan taraflarindan ikisinin argümanlari da yalan. Mesele ne egitimde yaratilan firsat esitligi ne de dershanelerin bir kene gibi halkin kanini emmesi. Sorun 3-5 dershane meselesi degil. Siyasi. Devlet erkinin paylasilmasi meselesi. Öte yandan dershaneler Cemaat için ciddi bir finans ve insan kaynagi. Yillik 4 milyar liranin üzerinde bir ciroyu barindiran sektörün yüzde 25’inin Cemaat’in elinde oldugu yazildi. Ki bu paraya sinava hazirlik kitaplari ve dershaneler içinde olusturulan daha pahali özel siniflar üzerinden dönen parayi da eklediginizde devasa bir bütçe çikiyor karsimiza. 1 milyondan fazla ögrencinin de bu sistemin içinde oldugunu düsününce isin insan kaynagi da ortaya dökülmüs oluyor. Bana kalirsa AKP hükümeti dershanelerdeki Cemaat agirligini ki bunun içine okullar, yurtlar ve Isik Evleri denilen ögrenci evlerini de kattigimizda ortaya çikan tabloyu bir milli güvenlik meselesi olarak ele aldi. O milli güvenlik meselesinin içinde AKP ve Erdogan’in siyasi gelecegi de önemli bir yer tuttugu için dershaneleri kapatmakta bu kadar kararli görünüyor. Ilginçtir, bu konuda Erdogan hükümetine danismanlik yapan isim de eski bir Cemaatçi.
Kim o?
Cemaatçi olduklari dile getirilen isimlere ait internet sitelerinde bu isim telaffuz edildi ama biz rumuzla verelim: K.Ö. Emniyetin eski imami olarak bilinen ve hatta Fethullah Gülen hakkinda açilan davalarin birinde de sanik olarak yer alan bu kisinin adini ilk yazan kisi de Önder Aytaç oldu. Nurettin Veren’den sonra ikinci itirafçi olarak aniliyor. Aytaç ve cemaatin diger tetikçi kalemlerinin iddiasina göre Hakan Fidan koordinasyonunda yürütülen savasta danismanlik hizmeti verdigi söyleniyor. Dershanelerin kapatilmasini öneren K.Ö’nün okullar üzerinden ortaya çikan Cemaat tehlikesinin ne olduguna dair kapsamli bir rapor yazdigi da iddialar arasinda. Merak ediyorum acaba o raporlarda neler yazildi, neler söylendi ki dershaneler ya da Cemaat bir milli güvenlik meselesi haline geldi? Bana kalirsa ve ortaya çiktigi üzere Cemaat egitim yoluyla devlet bürokrasisini ele geçirerek devleti dönüstürmek pesinde. Yani konu üç bes dershane meselesi degil yüzeydeki ve derindeki devlet aygitina kimin sahip olacagi meselesi.
Adeta nükleer savas çikar
AKP-Cemaat savasindan kim galip çikar?
Bu savas gerçekten karsisindakini yok etmeye dönük olursa kazanani olmayacak bir savas. Deyim yerindeyse “nükleer savas” olur. Çünkü iki tarafin da elinde kanimca birbirini yok edecek etkide belge ve bilgi var. Öte yandan iki güç odagi da Ergenekon süreci dedigimiz darbe döneminin suç ortaklari. Bu süreç sorusturma konusu olursa bu dönemin aktörlerinin cezaevindekilerle yer degistirmesi kuvvetle muhtemel. Birbirlerinin gücünü olabildigince tirpanlamaya çalisip belli bir noktada mutabakat saglayacaklardir. Cemaat açisindan istenilen plan Erdogan’siz bir AKP hükümeti. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfi imzasiyla açiklanan 13 Agustos bildirisine baktigimizda açik bir savas ilani görüyoruz. Cemaat gibi bugüne kadar hiçbir güç odagini karsisina almamis pragmatik bir olusum, yakin dönem Türkiye siyasetinin en güçlü hareketine ve liderine savas ilan edebilecek cesaretini gösterdi. ABD ve AB ülkeleri nezdinde de Erdogan’in yalniz kalmasiyla sonuçlanan Gezi direnisleri sonrasina denk gelmesi açisindan zamanlamasi dogru seçilmis elbette. Ama burada önemli soru Cemaat’in kime ve neye güvenerek savas ilan edebildigi. Bu savas mevcut yetkileri üzerinden Erdogan’in cumhurbaskanligina ikna edilip, yerine de “ilimli bir zalimin” oturtulmasi seklinde bir anlasmayla da sonuçlanabilir. Ancak Erdogan gibi hikmetinden sual edilmesini istemeyen ve içindeki diktatör özlemi bunca açiga çikmis bir lider savasa devam etmeyi de göze alabilir. Benim dilegim ikinci seçenegi tercih etmesi. Ama bu savasta taraf tutmamanin en erdemli tutum oldugunu düsünüyorum. Çünkü taraflar ne demokrasi ne de baris niyetiyle cephedeler. Ikisi de mutlak iktidarin pesinde.
‘Yetmez ama evet’ pespayeliginin müsebbibleri özelestiri bile vermedi
12 Eylül referandumu, 2007’den baslayarak devam eden zulüm düzeninin nirengi noktasidir. Referanduma karsi çikanlara, “fasist, militarist, darbe yanlisi, demokrasi karsiti” gibi iftiralar atmaya kadar vardiran “Yetmez ama evet” pespayeliginin müsebbibleri özelestiri vermek bir yana hata yaptiklarini bile düsünmüyorlar. Ya da bu hatayi dile getirmekten kaçiniyorlar. 12 Eylül cuntasinin yargilanacagina dair o ufacik umudu, oradan bir tirnak bile olsa koparma istegini anlayabiliyorum ama sürecin bu hale gelecegi de çok belliydi. Siyaset hata yapma riskinin en yüksek oldugu alanlardan biri ama önemli olan hatayla yüzlesip yüzlesememek. Hâlâ o dönemki yanlis tercihlerini savunuyor olmak, bu kisileri zulüm düzeninin suç ortagi yapiyor.