Tarih: 01.01.2018 00:00

 Daha çok neoliberalizm!

Facebook Twitter Linked-in

2013 yilina girerken, dünya ekonomisinin temel gündemini kriz ve krizden çikis için uygulanan politikalar olusturuyor. Sürece genel hatlariyla baktigimizda, dünya genelindeki üç önemli birikim merkezi olan Dogu Asya, AB ve ABD’nin 2008 krizinin etkilerini atlatamadiklarini söyleyebiliriz.

DOGU ASYA

Dünya genelindeki birikim havuzlarindan ilki olan Dogu Asya’ya baktigimizda, Japonya ve Çin’de önemli gelismelerin yasandigini görmekteyiz. Dünyanin en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’in ihracata göre konumlandirdigi ve yüksek büyüme temposuna dayanan ekonomik yapisi, kriz nedeniyle düsen dis talep nedeniyle 2012 yilinda büyüme oraninin yavaslamasi riski ile karsi karsiya kaldi. Buna karsilik Çin Komünist Partisi ise yüzde 8’in altinda yasanacak bir büyümenin rejim için tehdit olusturacagini açikladi ve büyük bir genisleme programi ile ekonomiye müdahale etti. Ancak Çin’in karsilastigi temel dilemma su: Bir yandan Çin ekonomisi büyük ölçüde dünyadaki diger birikim merkezlerine bagimli ve bu yapi dünya ekonomisindeki dalgalanmalardan dogrudan etkilenmesine neden oluyor. Ancak diger yandan ekonominin krizlerden etkilenmeyecek bir sekilde yeniden yapilandirilmasi halinde, yani nüfus avantajini kullanarak iç talebe dönülmesi durumunda, sürecin siyasi olarak yönetilebilmesi konusunda ciddi sorunlar yasanabilecegi ihtimali var. Dolayisiyla Çin’in 2013 yilindan beklentisi, rejimin temeli olan yüksek büyüme oranlarinin yeniden yakalanmasi için dünya ekonomisinin bir an önce toparlanmasi.

ABD ve Çin’den sonra dünyanin en büyük üçüncü ekonomisine sahip olan Japonya’da geçtigimiz ay yapilan seçimlerin ardindan iktidara gelen Shinzo Abe hükümeti, krizden çikis için yeni bir ekonomik program uygulayacagini açikladi. Japon ekonomisi 1990’li yillardan itibaren derin bir resesyona girmisti. Ancak yeni olan, güncel krizin etkisiyle ihracatinin daralmasi sonucunda, 1985’ten itibaren ilk kez dis açik veren bir noktaya gelindi. Bu noktada yeni iktidara gelen Abe hükümetinin ilan ettigi büyüme stratejisinin temeli, parasal genislemeye dayaniyor. Uzunca bir süredir güçlü yerli para ve deflasyon gibi temel problemlerden muzdarip olan Japonya’da, yeni programin bir parçasi olarak merkez bankasi, sinirsiz parasal genislemeye gidecegini duyurdu. Bununla hedeflenen, deflasyondan çikmak ve bir miktar enflasyon yaratilarak ekonominin canlanmasini saglamak. Bu yolla, yerli paranin degersizlesmesi, ihracatin kolaylastirilmasi, ekonomik büyüme ve dis açigin kapatilmasi hedefleniyor.

AVRUPA BIRLIGI

2012’de krizin etkilerinin en sert olarak görüldügü cografya, hiç süphesiz ki Avrupa oldu. 2013’te ekonominin genel seyrini takip edebilmek için, kisaca krizin Avrupa’daki etkilerine ve açiga çikis biçimine deginmek gerekiyor. Krizi tetikleyen mekanizmayi basitlestirerek açiklamak adina Almanya ve Yunanistan’i konu alan bir örnek üzerinden gidebiliriz. Buna göre, Almanya, Yunanistan’a ihracat yaptiginda, Yunan bankalarindan Alman bankalarina ihracatin karsiligi olarak para transferi gerçeklesir. Eger Yunan bankalarinda bir ödeme sorunu oldugunda, Yunan devletinin devreye girip, bankalarin sorumlulugunu üstlenmesi ve Alman bankalarina olan borcu ödemesi beklenir. Ancak bu yapi sistematik olarak devam ettiginde, ki bu Avrupa içerisindeki yapisal dengesizliklere isaret eder, Yunanistan devleti kamu borcunu çeviremez hale gelir. Dolayisiyla, devlet dis ticaret açigini kapamak için giderek daha fazla oranda borçlanmak durumunda kalir. Yani, bankalar battiginda devletler devreye giriyor, günümüzdeki krize kadar isleyen mekanizma böyleydi. Ancak krizin Avrupa’daki seyrinde öncekilerden farkli olarak, bankalarin zararlarini üstlenen devletlerin de batmasi gündeme geldi. Dolayisiyla, krizin nedeni olarak gösterilen kamu borcunun, esasinda özel borcun kilik degistirmis hali olduguna, yani özel borcun devlet tarafindan üstlenilmesi sonucu ortaya çiktigina, isaret etmek gerekiyor.

Bu sonucu yaratan gelismelere bakildiginda ise iki temel nedenin öne çiktigini görüyoruz. Bunlardan ilki, parasal birlik nedeniyle, birlik üyesi ülkelerin dis ticaret açiklarini azaltmayi hedefleyen kur ayarlama imkanlarinin ellerinden alinmasiydi. Dolayisiyla, para politikasinin AB genelinde merkezi olarak yönetilmesi nedeniyle birlik üyesi olan ülkelerin bagimsiz para politikasi izleme olanaklari ortadan kalkti. Ikincisi ise, Avrupa içi dengesizliklerden kaynaklanan ya da kapitalizmin Avrupa içindeki esitsiz ve bilesik gelismesinin bir sonucu olarak ortaya çikan ülkeler arasi rekabetçilik farki idi. Rekabetçilik farkini yaratan ise, özellikle Almanya burjuvazisinin 1990’li yillardan itibaren uyguladigi stratejinin bir sonucu olarak, Almanya’daki emek süreçlerinin ve emek piyasalarinin emek aleyhine dönüsümünün saglanmasi yatmakta. Bir baska ifadeyle, Almanya’da emek piyasasinin part-time çalisma biçimine dogru kaymasi ve buna paralel olarak ücretlerin neredeyse dondurulmasi, Alman sermayesi açisindan ihracat mallarini daha ucuza üretme olanagi sagladigindan, uluslararasi rekabette diger ülkeler karsisinda öne geçmesini sagladi. Dolayisiyla, Avrupa’daki bu yapisal dengesizlikler ortadan kalkmadan, AB merkez bankasinin saglayacagi parasal destekleme mekanizmalari yoluyla varilacak herhangi bir çözümün olmadigi görülüyor. Zira 2012’nin son çeyrek rakamlarina bakildiginda, issizlik oranlarinin rekor düzeyde artarak Yunanistan ve Ispanya’da yüzde 26’nin üzerine çiktigi ve Güney Avrupa ülkelerinin girdigi resesyonun derinleserek sürdügü görülüyor.

ABD

2008 yilinda krizin açiga çiktigi ülke olan ABD’ye baktigimizda ise, baskanlik seçimlerinin yasandigi 2012’nin ayni zamanda resesyondan da çikis yili oldugunu görüyoruz. Ancak ABD için her seyin yoluna girdigini söylemek için hala çok erken. Buna göre 2012’de büyüme yüzde 2’yi asacagi ancak issizlik oranlarinin hala kriz öncesi seviyeye göre çok yüksek olarak kalacagi bekleniyor. Ancak karsilastirmali olarak baktigimizda, Avrupa’ya ve Uzak Asya’ya oranla, kapitalizmin küresel anlamda liderligini üstlenen ABD’nin, hegemonik devlet olmanin verdigi avantajlari krizden çikis için de ustaca kullandigini söyleyebiliriz. Bu avantajlardan en önemlisi, dolarin hala dünyanin geneli tarafindan kullanilan rezerv para olma özelligini korumasi. 1970’li yillardaki krizle birlikte ortadan kalkan Bretton Woods sisteminden sonra dolarin rezerv para olma özelligini yitirecegi yönünde görüsler ortaya atilsa da, böyle bir degisime neden olacak bir gelismenin, yani dünya sistemindeki hegemonik devletin degismesi yönündeki bir egilimin ciddi bir alternatif olarak ortaya çikmasinin henüz gerçeklesmedigini söyleyebiliriz.
2008 yilinda ABD, ödeme gücü olmayan toplumsal kesimlere verilen kredilerin batmasi ile tetiklenen konut piyasasindaki krizin finansal alanin geneline yayilmasini engelleyemese de, etkin devlet müdahaleleri sayesinde sistemin tümden çökmesinin önüne geçebildi. Bunu mümkün kilan ise, trilyonlarca dolarin batik bankalari satin almak ve finansal sistemi onarmak adina piyasaya sürülmesi ile bir yandan paranin degerinin düsürülmesi, diger yandan da büyük ölçekli isten çikarmalar ve ücret kisitlamalari ile kâr oranlarinin yeniden yükseltilmesi stratejisinin islemesi oldu.

ABD’de 2013’ün ilk aylarindaki gündem ise “borç tavani” tartismasi. Buna göre kriz süresince yapilan parasal genislemenin sonucu olarak ABD Hazinesi, kanunda belirtilen borçlanma sinirina gelmis bulunuyor. Ekonomik genislemenin bir süredir parasal genislemeye ve bütçe açigina dayandigi ABD’de Hazine’nin daha fazla borçlanamayacak olmasi, tam bir felaketle, yani Hazine’nin borçlarini ödeyemeyerek iflasi ile sonuçlanabilir. Ancak bu tabii ki çok düsük bir olasilik. Bu konunun gündeme gelmesindeki esas neden ise, Kongre’de çogunluga sahip olan Cumhuriyetçilerin, borç tavanini yükseltecek bir düzenlemeyi ancak saglik reformu harcamalarinin durdurulmasi sartiyla onaylayacaklarini ilan ederek, Baskan Obama’yi sikistirmaya çalismalari. Ancak bu tartisma da, 2012’nin son günlerinde yasanan “mali uçurum” tartismasi gibi kof bir içerige sahip. Zira ABD Hazinesi’nin, herhangi bir sekilde, bir yasal düzenleme nedeniyle iflas etmesi, neresinden bakilirsa bakilsin ihtimaller arasinda görünmüyor.

PROGRAM DERINLESEREK UYGULANACAK

GÜNÜMÜZDE kapitalist üretim sisteminin 1929 krizinden sonra yasanan en agir krizin içinden geçmekte oldugu söylenebilir. Ancak dogrusal bir mantikla, ‘29 krizi sonrasinda yasanan gelismelerin, yani genis toplum kesimlerinin de bir sekilde içinde var olabildikleri bir refah devleti modelinin, krizden çikis için bir çözüm olarak kendiliginden tekrarlanacagini düsünmek, bizi büyük bir yanilgiya sürükleyebilir. Zira kriz süreçleri, sistemin bütünsel olarak yeniden üretimi açisindan bir tehlikenin belirmesine neden olma ihtimali tasisa da, karsit bir özne tarafindan ciddi bir alternatif gelistirilmeden genis kapsamli bir dönüsümün yasanmasini beklemek pek de gerçekçi görünmüyor. Dolayisiyla önümüzdeki dönem için kisa vadede, krizin getirdigi maliyetlerin çalisanlarin sirtina yüklenmesine devam edilebildigi sürece, sermayenin neoliberal politikalardan vazgeçmesi için ortada bir neden yok. Bu çerçevede Dogu Asya’da kismen farkli politika arayislari olsa da, 2013 için de dünya genelinde neoliberal programin derinlestirilerek uygulanmaya çalisilacagini öngörebiliriz. Bu baglamda, krizin Avrupa ayagindaki gelismeler, özellikle de toplumsal muhalefetin yogunlastigi Yunanistan, Italya, Ispanya ve Portekiz, takip edilmesi gereken bir ekseni olusturuyor. (New York/EVRENSEL)

* New York Üniversitesi, Dr.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —