Kalkin, ihtilal oldu!

Kalkin, ihtilal oldu!

Uzun yillar `beton tedavisi görmüs` ama asla islah olmamis bir grup delikanli, Istanbul Besiktas`ta özel yetkili agir ceza mahkemelerinin bulundugu binanin önünde toplandik ve 12 Eylül davasina müdahil olduk

O gece siçrayarak uyandim. “Kalkin, ihtilal oldu!” diye kör karanlikta infilak eden Zafer’in sesine, komada olsaniz bile direnemezdiniz. Kisladan bozma Davutpasa Askeri Cezaevi’nin tecrit bölümünde, 12 Eylül günü sabaha karsi en yüksek volümde çalan askeri marslardan çok, hepimizin yüzüne ansizin asilmis olan saskin ifade kendimize gelmemizin de sebebi oldu: “Ne ihtilali ulan, olsa olsa darbedir bu.” Sabaha kadar kimse uyuyamadi. Konustuk, sustuk, yine konustuk, yine sustuk. Ama en çok da bekledik. Acep basimiza gelen neydi?
12 Mart’a dair çok hikayeler dinlemistik abilerimizden ve katlanmak o kadar da imkansiz degildi sanki. Sonra babamin görüs yerinde belli ki moral olsun diye o günlerde çok sik tekrarladigi rahatlatici deyim düstü aklima: “El ile gelen dügün bayram…”
Yalniz degildik; ölümse ölüm, zulümse zulüm. Hep birlikteydik nasilsa...
Gün kapinin kilidini çeviren anahtar sesiyle birlikte mi isimisti, yoksa gün isidiktan sonra mi girmisti anahtar kilide; hatirlamiyorum. Ama ardindan askerlerin kogusun kapisindan içeri girdiklerini söylersem, o anin betimlemesini eksik birakmis olacagimdan eminim. Kelimenin tam anlamiyla içeri daldilar, ellerinde otomatik silahlari vardi.
Belli ki, saymaya degil, sövmeye, dövmeye, belki de öldürmeye gelmislerdi. Sonra Binbasi Adnan göründü kapi agzinda. Kocaman erlerin arasinda, küçücüktü. Ellerini arkasina baglamisti, gögsü her zamanki gibi ilerideydi. Öküze öykünerek sisinen kurbagaya benziyordu. Arada bir ellerini çözüyor, parmaklarini bize dogru salliyordu. Gözümüze dogru sallanan parmaklarin daha sedit olanlarini, sonrasinda pek çok kereler görecegimizden elbette henüz haberdar degildik. Ses tonu hayli kiskirtici ve heveskârdi: “Sabaha kadar askerlerime çukurlarinizi kazdirdim. Elbiselerinizi çikarmadan yatacaksiniz. Her an çagirabiliriz” dedi ve bu onun son viraklamasi oldu. Gittiler, biz ise beklemeye koyulduk.
Binbasi sözünde durdu; hem de hemen. Iki arkadasimizi, seslerin yankisini duvarlar henüz emmeye firsat bulamadan götürmüslerdi aramizdan. Onlar yandaki tecrit hücresindeydi artik. Ertesi sabah Irfan Çelik’in ölüsü çikti hücreden. Demir parmaklikli pencereden gördüm tasirlarken. Bedeni kaskatiydi. Lakin, yeminle söylüyorum, aydinlikti yüzü.

*** 

Güne ölüm haberleriyle baslardik. Sokaklarda, köse baslarinda vurulan yasitlarimizin kana bulanmis bedenleri bizim bedenimiz olurdu. Gözaltinda kaybedilenler, iskenceyle katledilenler… Sonra arka arkaya idam haberleri gelmeye basladi. Gazete, radyo, televizyon yasakti. Ziyaret, avukat yasakti. Ama duyardik bir sekilde her seyi. Hapishanenin duvarlari yüksek ama kulaklari delikti.
Kapilari yumruklar, tekmelerdik, her kötü haberde. Avazimiz çiktiginca bagirir, söver, lanetlerdik. Nazim Hikmet’in o ünlü misrasi gibi degildi yasadiklarimiz. “Herkes kendi payina” ölmüyordu. Her infazla, her idamla biz de biraz ölüyorduk. Önce Necdet Adali, ardindan Serdar Soyergin, Erdal Eren, Veysel Güney…
Necdet’i o göstermelik Danisma Meclisi’ni bile kurmadan astilar; “Milli Güvenlik Konseyi, TBMM’nin yetkisini de üstlenmistir” diyerek. Taammüden isliyorlardi cinayetlerini. “Ilk durusmada istemedigin için hakkini yitirdin” diyerek Serdar’in avukat taleplerini reddettiler. Öyle aceleleri vardi ki, gözaltina alinmasinin üzerinden daha üç ay geçmeden, daragacina yürüttüler. Erdal, 17’sindeydi boynuna yagli urgan geçirildiginde. Veysel’e de savunmayi çok gördüler. Her gün hücrede dayak yermis, bunu da duyardik. Dönemin askeri savcilarindan Mete Göktürk’ün “Veysel Güney yakalandiginda ilk delilleri ben toplamistim, çatismaya katildigina dair bir belirti yoktu” cümlesini ise çok sonralari ögrendik. Veysel asilirken, o da susanlardandi.
Ve bu kapkara günlerde, yaslari henüz 20’ye degmemis çocuklar,
boyunlarimizda ilmek, biteviye duvarlarin üzerimize kaydigi hissiyle daralan koguslarimizda, siramizin gelmesini özlerdik.
Üstelik öyle kuru kuruya da degil; cömertçe bahsedilen günde üç ögün dayak esliginde, her gün direnerek.
Hukuk, adalet, demokrasi mi? Hepsi koca bir yalandan ibaretti ve Kenan Evren’in “hainleri asmayip da besleyecek miyiz” sosu sayesinde asil lezzetlerine kavustular.
Artik, ‘demokrasiye geçis’ sonrasi gelen bütün iktidarlarin, ayni agiz tadina sahip olacaklarini ve bu lezzetten asla vazgeçmek istemeyeceklerini tahmin etmek de zor degildi.
‘Netekim’, üzerinden silindir gibi geçtikleri, her kösesini kana buladiklari ülkede, bir gün söz verdikleri demokrasiye de geçtiler. Geçilen demokrasiyi, en iyi anlatan örneklerden biri 1988’e dairdi. 12 Eylül mahkemelerinin kalemini kirdigi 277 kisinin dosyalarina iliskin tartismalarin alevlendigi günlerde, idam kararlarinin onaylanmasini isteyen dönemin Adalet Komisyonu Baskani Alparslan Pehlivanli, TBMM kulisinde zamlar konusunda tartistigi Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakani Fahrettin Kurt’a söyle bagiriyordu: “Biz belki üç kisiyi asacagiz, ama siz her gün bütün milletin anasini belliyorsunuz.” 

*** 

Uzun yillar ‘beton tedavisi görmüs’ ama asla islah olmamis bir grup delikanli, 30 Mart 2012 günü Istanbul Besiktas’ta özel yetkili agir ceza mahkemelerinin bulundugu binanin önünde toplandik. Amacimiz Evren ve Sahinkaya’nin yargilandigi davaya müdahil olmak, bana, sana, ona, hepimize yasattiklarinin hesabini sormakti. Ve madem ki Evren’in yargilanmasi için bunca yil ugras vermistik, o halde ‘taraf’ olmanin geregini de yapmaliydik.
Hazirladigimiz dilekçede, “Evren ve Sahinkaya’nin yargilanmasi yetmez, hepsini istiyoruz” dedik. Üstelik adalet için büyük bir hizmette bulunup bu katiller sürüsünün ‘hepsi’nin degilse de önemli bir kisminin yer aldigi bir listeyi de dilekçelerimize ekledik. Ne kadar da çokmuslar?
Bu, Edirne’den Kars’a ülkenin dört bir yanindaki bodrum katlarinda gencecik kadin ve erkeklerin yasamlarini söndürenlerin, asanlarin, halkin anasini belleyenlerin ve dahi finansörlerinin, onlarin örtbasçilarinin listesi. Uzun uzun siralanan isimler arasinda tetigi çekenler de var, manyetolari çevirenler de. Falaka sopasini tutanlar da var, sokaklardan kan akarken mülk alan ‘uyaniklar’ da. “Simdi gülme sirasi bizde” diyenler de var, cuntacilarin “emrine amade” olanlar da. Irfan’in, Necdet’in, Erdal’in, Serdar’in ve tüm ecelsiz ölümlerin hesabi onlarda. 

*** 

Masal bu ya, delikanlilar kaf dagina tirmanip, ardinda sakli duran adaleti sirtlayip getirmisler ülkeye. Bütün kötüler cezasini bulmus ve bunu ögrenen Zafer de “Kalkin ihtilal oldu” diye yeniden bagirmis. Çocuklar bu kez yataklarindan siçramamislar, gözlerini usulca aralamislar. Bir de ne görsünler, yemyesil, isil isil bir ülkenin içinde sürüyor artik hayatlari… Onlar ermis muradina, biz dönelim gerçek hayatimiza…