Neoliberalizm, sermayeye kendi hukukunu yönlendirme firsati sunarken bunu demokrasi adina yapabilme zirhini da ona saglamis oldu. Demokrasi kavrami temsiliyet ile sinirlanirken, yurttaslar kendileri adina verilen kararlarin pençesinde kendi kaderlerini belirledikleri yanilgisina kapildilar. Ancak parlamenter temsilin “herkesin iradesi”nden “genel irade”ye bir siçrama yaptigini düsünmesi ve bu küstah siçramanin vehameti (1) Tahrir’den Syntagma’ya birçok ayaklanma ile birlikte ayan beyan ortaya çikti. Bugün, kitlelerin yasadigi kriz, kendi sözlerini söyleyecek tüm mecralarin kapital tarafindan yok edilmesi ve neoliberal sistemin henüz yok edemedigi meydanlarin politik ve dogrudan bir eylemin tek yolu olmasi. Tam da bu noktada modern dünyada genis anlamda haberciligin, özelde televizyon haberciliginin objektivizm etrafinda kendini kurguladigi algisiyla vardigi noktayi elestiriye açmak ve popüler kültür ürünleri üstünden yapilagelmis elestirel ürünleri ele almak sart haline geliyor. Hardt ve Negri’nin saptamalari esliginde söyleyebiliriz ki temsiliyet bugün ne parlamenter ne de iletisimsel olarak sermayenin eline geçirdigi mecralarda islevsel olamaz. Dahasi, temsiliyetin islevsel gösterilmesi ve yaratilan “demokratik toplum” algisi, kamusal yayinciligin da ölümüyle birlikte açik biçimde fantastik ögelere dönüsmüs, gerçekten bir adim daha uzaklasmistir.
SERMAYE ILISKILERINDE OBJEKTIVIZM YOKTUR
Tüm bu veriler isiginda söylemek sart ki objektivizm, insan faktörünün oldugu ve sermaye iliskilerinin sürdügü, örtük ya da açik biçimde rejimin yukaridan asagi dizayn edildigi hiçbir sistemde mümkün degildir. Modernizmin kavramsal temsilleri, çok kültürcülük politikalari ve yarattiklari özellikle yakin dönem Avrupasi’ndaki göçmenlere yönelik saldirilar vesilesiyle ortadayken özellikle televizyon gibi bir alandan kamusal taleplerin temsilini ve kamusal yarar paralelinde bir yayini beklemek oldukça hayalci bir tavir.
Kita Avrupasi ve Orta Dogu’nun disinda bir gerçekligi olan Amerika Birlesik Devletleri medyasi ise özellikle son günlerde medya temsili konusunda farkli bir tartismayi dar bir alanda da olsa sürdürüyor. ABC’nin The Newsroom isimli dizisinin Murrow tipi habercilik formatina bir övgü biçiminde yayinlandigi ülkede, Murrow tipi haberciligin “hafif bir elestiri”siyle birlikte sunuluyor.
Filmin henüz ilk sahnesi Will McAvoy’un 1976 tarihli “Network” filminde ana haber sunucusu Howard Beale’in cinnet anina benzer bir biçimde açilirken, görece dogrulari söylemenin dahi bir “medya insani” için olsa olsa bir cinnet haliyle baglantili olabilecegi verisi kafalarimiza isleniyor. Öyle ya Will McAvoy da filmin en basinda ilerde yapimcisi olacak isim tarafindan bir “kurgu” sonucu “aklini kaçiriyor.” Peki ya aklini korusaydi ne olacakti sorusuna verecegimiz cevaptan önce Newsroom’un adeta simgesi haline gelen konusmaya bir dönelim. ABD’nin yönetim sistemine, egitim ve sosyal politikalarina, ülkenin uluslararasi alandaki prestijine dair sert tespitler yapan McAvoy’un “ama”si ise tüm “ama”lar gibi “ama”dan önceki tüm cümlelerin yalan yahut sonradan “pisman olunan” cümleler oldugunu kanitliyor. Joseph R. McCharty’i düsüren Edward R. Murrow’un da ana söylemi “demokratiklesme” üstüne kuruluyken, güncel mücadelesinde kazanim elde ettigi an devletçi saflara dönüyor. Bu tavir ise bize bir yerden fazlasiyla tanidik geliyor.
Örnegin Basbakanin medya patronlarina “Bunlara nasil köse veriyorsunuz” seklinde haykirmasinin üstünden bir hafta geçmeden “o köse sahipleri”nden biri olan Cüneyt Özdemir’in hizla “Biraz da AK Partinin Basarilarini Anlatalim” (2) baslikli yaziyi yazmasi hiçbirimiz için sürpriz degildi. Öyle ya Newsroom’un 1. Sezonunda “bin Ladin’i vurduklari” bölümdeki o muzaffer tavir ve içindeki elestirellik görmeye degerdi.
Özellikle Ladin’in vuruldugu gün “hüzünlenen”lerin hikayelerini merak ettik; ancak aslinda merak ettigimiz seyin ABD’nin “terörizmle mücadele”sini soslandirmak amaçli bir “romantik” sekans oldugunu görmemiz zaman almadi. Dahasi bin Ladin’in vuruldugu günün temsilinin ABD’de yayinlandigi gün Afganistan’da bombalar patlamaya devam ediyordu. Yüksek gelirleri ve yüksek binalari olmadigindan mi bilinmez ama dünyanin artik bu patlama ve ölümleri siradanlastiran medyasi bunu görmezden gelmeyi sürdürüyordu. Tipki isgalci ordularin Afganistan’da ve daha dünyanin birçok yerinde yaptiklarini görmezden geldikleri gibi.
DEVLETIN VARLIGI INSANLARIN ALGILARINA YERLESTIRILDI
Görüldügü üzere dünya “uzak yerler”in hikayesinin en yakinimizda oldugu bir döneme girdi. Herkes globalizmi sermayeye “yararlari” yönünden göre dursun, globalizmin kitleler üstündeki yikici etkisi acinin “küresellesmesi” kavramiyla rahatlikla açiklanabilir. Öyle ya, bugün ardi arkasi kesilmeyen operasyon haberlerinde, kurban bayraminda yaralananlar raporu verircesine soguk kanlilikla verilen “Ölü ele geçirilen militan istatistikleri” vicdan kelimesinin ne kadar bahis disi oldugunu ve devletin mutlak varligini insanlarin algilarinin temeline yerlestirdiginin en açik kaniti. Tam da bu dönemde basin bültenleriyle, aramalarla vs. ana akim medyadan bir sekilde herkesin bir sey umut ediyor olmasi, ya bu toplumun geçmise dair hafizasinin artik iyiden iyiye yok oldugunun ya da böylesine bir toplumsal hafizanin asla var olmadiginin ve mevcut ezen ezilen iliskilerinin de genis bir kitle tarafindan onandiginin habercisi.
Türkiye’de de “hak odakli habercilik” kavraminin tartismaya açildigi bu son on yilda gazetecilerin “terörize edilmesi”ne sasirmak dogal. Öyle ya, topluma nükseden “gazeteci” algisi neredeyse bir “bilim adami objektivizmi” zirhiyla kutsanmis vaziyette; ancak gerçegin hiç de öyle olmadigini görmek için iktidara yakin yayin organlarinin muhabirlerinin diline bakmak sart.
Bugün iletisim sagdan sola degisti ve gazetecilik anlamini yeniden aramaya basladi. Bu anlam arayisinda “devletçi bir objektivizm” safinda durup gazeteciligi kutsamak ya da tüm bu süreçte iletisimin etkilesimci haline ayak uydurup yeni dünyaya klasik gazetecilerden ziyade fikirleriyle militanlasan iletisimciler olarak bakmamiz gerekiyor. Aksi halde, arkasina saklandiklari gazetecilik zirhinin bugüne dek hiçbir gazeteciyi korumadigi asikar. Üstelik gazetecilik gibi “genis” bir kavramin altinda islenen nefret suçlarinin ve tecavüzlerin dahi nasil da “yumusatildigi” ve “ifade özgürlügü” zirhiyla koruma altina alindigini görürsek, gazeteciligi degil herkes için en efektif ve en stratejik iletisimi yaratabiliriz.
1) Michael Hardt ve Antonio Negri, Duyuru, Ayrinti Yayinlari, Istanbul; 2012. S. 50-51
2) http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1099492&Yazar=CUNEYT-OZDEMIR&CategoryID=97
* Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya Bölümü Asistani